
Baharın ilk günleriydi. Yağmurlar, rahmet
şarkıları söylerken; martılar, bahar türküleri
çığırıyordu. Öğretmenliğe adım atacağımız
okullar yeni belli olmuş, fakülteden iki
arkadaşımla birlikte kısmetimize Namık Kemal
Lisesi çıkmıştı. Stajımızı merkezdeki bir okulda
yapacağımız için çok sevinçliydik.
Pazartesi günü arkadaşlarımla Namık Kemal
Lisesi'ne gittik. Okulu, idarecileri, örnek
alacağımız insanları, tanımaya çalıştık.
Rehberimiz olarak edebiyat öğretmeni Mahmut Bey
görevlendirilmişti. Mahmut Bey, lise ikinci
sınıfların dersine giriyordu. Emekliliği
yaklaşmış, halim-selim bir insandı. Bize oldukça
babacan davranıyordu; ama sınıfa girince çok
değişiyor, dersin yarısı bağırıp çağırmakla
geçiyordu. Girdiği sınıfta herkesin şikâyetçi
olduğu Uğur adında bir talebe vardı. Daha önce
iki liseden sürgün edilen Uğur'a bütün cezalar
denenmiş; ama bunlardan bir netice alınamamıştı.
O artık çekinilen, tehlikeli bir öğrenciydi.
Sınıfta Uğur'un katkılarıyla, tam bir Hababam
Sınıfı sahneleniyordu.
Mahmut Bey, bu durumdan o kadar mahcup oluyordu
ki; yetkisi olsa çok rahatlıkla; "Siz bu sınıfa
girmeyin." diyecekti. Biz de bu duruma çok
üzülüyorduk; fakat ne yapacağımızı da
bilemiyorduk. Bizi asıl düşündüren uygulamalı
ders anlatımıydı. Birkaç gün içinde örnek ders
anlatacaktık ve çalışmamızı fakültedeki rehber
hocamız değerlendirecekti. Uğur'un bulunduğu
sınıfta, bu çok zor bir işti. Stajdan iyi bir
not alamama endişesine kapılmıştık.
Ne yapacağımızı bilemeyip kara kara düşünürken,
o günler gelip çattı. İki bayan arkadaş, benden
önce ders anlattılar. Kırk beş dakikayı
doldurmak, onlar için tam bir işkenceye
dönmüştü. Gözümüz o kadar korkmuştu ki; bu
mesleği yapamayacağımızı dahi düşünmeye
başlamıştık. Öyle ki bir arkadaşım, dersi
bitirene kadar ölmüş ölmüş dirilmiş, diğeri ise
yirmi dakika ancak dayanabilmiş ve sınıfı
gözyaşlarıyla terk etmişti. Uğur, her türlü
şaklabanlığı yapıyordu. Belki benden çekinir
diye en sert bakışlarımla gözünün içine
bakıyordum; ama Uğur aynı sertlikle karşılık
veriyordu. İnatlaşma konusunda oldukça
maharetliydi! Çok iyi rol yapıyordu. Bir saniye
içinde komik bir görünümden trajik bir görünüme
rahatlıkla geçebiliyor, her durumda dikkatleri
üzerine çekecek bir şeyler buluyordu.
Kara kara düşünme sırası bana gelmişti.
Arkadaşlarımın yaşadıklarını ve Uğur'un
yaptıklarını hatırladıkça uykularım kaçıyordu.
İşin içinde rezil olmak ve mezun olamamak da
vardı. Bizi izlemeye gelecek hocamız çok
katıydı. Kesinlikle mazeret dinlemezdi. Sadece
merhameti değil, notu da kıttı.
Perşembe günü, Uğur okula gelmedi. O gün,
hepimiz için düğün bayramdı. Niçin gelmediğini
merak etmekle birlikte bir sonraki gün de
gelmemesi için dua ediyordum. Çünkü cuma günü
ben ders anlatacaktım. Uğur sınıfta olmazsa,
bunu başaracağımdan emindim.
O gün öğle arası yemek için okuldan çıktım.
Caddede ilerlerken kalabalığın yoğun olduğu bir
ânda Uğur'la göz göze geldik. Uğur' un
gözlerinin içi gülüyor, sanki benimle bir şeyler
paylaşmak istiyordu. Şaşırmıştım, çünkü Uğur'la
hep sert bakışırdık! Uğur bize hiç yaklaşmaz,
bizden sürekli kaçardı. O şaşkınlıkla
gayriihtiyarî; "N'aber Uğur!" dedim. Uğur, çok
neşeli bir sesle; "İyilik, hocam!" dedi.
Ardından pek mağrur bir tavırla; "Kazandık!
Hocam, kazandık!" dedi. "Ne kazandınız?" demeye
fırsat kalmadan yanımızda, fakülteden bir
arkadaşım belirdi ve bizi hemen oradaki bir
pasaja, çaya davet etti. Uğur'u ben çağırmadım;
ama davet, ikimize yönelik olduğu için Uğur da
bizimle gelmişti. Biraz tedirgin olmuştum.
Talebeyi çaya çağırmak mı? Böyle bir şey
olamazdı! Hiçbir öğretmenimizden böyle bir şey
ne görmüş ne de duymuştum. Uğur'la dışarıda
karşılaşmak bile beni öylesine germişti ki,
içimden arkadaşıma öfkeleniyor; ama
hissettirmemeye çalışıyordum. Uğur'a kaşlarımla
olmazsa sözle "Hadi sen git bakalım!"
diyebilirdim ama diyemedim.
Yapacak bir şey yoktu. Onu arkadaşım davet
etmişti. Havadan sudan; biraz da futboldan
konuştuk. Çaylar içildi, çıtır simitler yendi.
Bu arada Uğur'un neşesinin kaynağı da
anlaşılmıştı. Mahalle maçı yapmışlar ve Cezaevi
Spor 9–5 kazanmıştı. Uğur, tam beş gol atmıştı.
Uğur'u hiç böyle görmemiştim. Yüzünde bahar
gülleri açıyor, içi içine sığmıyordu. Sınıfta
yaşananlarla ilgili hiç konuşmadık,
konuşamadık... Uğur'u yargılayacak ne tek bir
söz, ne de bir imada bulundum. Daha doğrusu
bulunamadım. Bizim gördüğümüz, bildiğimiz
öğretmen anlayışıyla, içimden çok şeyler geçmedi
değil. Meselâ ona simit altı haşlama
yedirebilirdim! Hem de yağlısından ve
unutamayacağı cinsten! Aslında fırçam gelmedi
değil! Boğazıma kadar geldi geldi, düğümlendi.
Talebe kısmı, fırça yedikçe parlardı. Rahmetli
dedem, öyle derdi? Fakat muhabbet öyle hızlı ve
koyuydu ki fırsat bulamadım."Neden böyle
yapıyorsun, şöyle yapsan daha iyi olur." diye
nasihat da etmedim, edemedim. Zaten bunların hiç
faydası olmamıştı ki! Biraz daha sohbet ettikten
sonra kalkmaya karar verdik.
"İyi günler!" deyip ayrılırken, Uğur elimi öpmek
istedi. Ben de ister istemez onu yanaklarından
öptüm. O kadar mutluydu ki, zaferlerini(!)
tebrik etmeden geçemedim. Okuldaki Uğur'la
buradaki Uğur çok farklıydı! O öğrenci sanki bu
değildi. Hiç farkında olmadan Uğur'a karşı
içimde bir sıcaklık oluşmuştu.
Ertesi gün ders anlatma sırası bana geldi. Derse
başladığımız ilk dakikalarda, heyecanla birlikte
tedirgindim. Uğur fobisi hâlen üzerimdeydi.
Uğur'la bir gün önce yaşadıklarımızın bir
rahatlığı vardı belki; ama yine de nefesimi
kontrol etmekte zorlanıyordum. Heyecanım sesime
de iyice yansımıştı. Bu duygularla birlikte
büyük bir şaşkınlık ve mutluluk yaşıyordum. Zîrâ
karşımda bambaşka bir Uğur vardı. Hiç aşırılık
yapmadığı gibi o kadar munis, o kadar saygılıydı
ki... Allah Allah! Acaba hasta mıydı? Yok yok...
Hastaya benzemiyordu. Derse katılıyor, çok
enteresan sorular soruyordu.
Bu dersle birlikte Uğur'la dost olmuştuk. Çoğu
teneffüste artık beraberdik. Yaşadığı
hâdiseleri, ailesinin sıkıntılarını,
çaresizliklerini anlattıkça gözleri buğulanıyor,
bazen de dolup boşanıyordu. Sokak soytarısı
sandığım Uğur tam bir çilekeşti. Döverek,
söverek ağlatılamayan Uğur, şimdi kendi kendine
ağlıyordu! Karşılıklı ağlaştığımız günler de
oldu...
Çok ciddi ailevî dramlar yaşıyordu. Annesiyle
babası ayrıydı! Canı gibi sevdiği dört yaşındaki
kız kardeşi Maviş balkondan düşerek cennet kuşu
olmuş. Asıl adı Zeynep'miş; ama deniz mavisi
gözlerinden dolayı Maviş diyorlarmış. Maviş'in
ölümü babasını iyice yıkmış. Ah bir
sabredebilse... O nihai gün gelecek ve Maviş'i
elinden tutacak ve "Hadi babacığım!" diyerek
ebedi saadet mekânına davet edecekti. Ama
nafile! Bu İlahî adaletten habersiz olduğu için
maalesef hâdiseden eşini sorumlu tutmuş; böylece
tarifi imkânsız yeni acılar yaşanmıştı. Anne
yüreği, evlât acısının üzerine böylesine bir
suçlamayı hiç taşıyamamış; bunalıma girmiş ve
nihayetinde boşanmışlardı! Birbirinden ağır bu
iki tablo, Uğur'u iyice derbeder etmiş; okuldan,
talebelikten tamamen koparmıştı. Okul idaresi,
bu durumu iyi tahlil edememiş; klâsik çözümler
denenmiş; vara yoğa ceza verilmişti. Saç var
ceza, sakal var ceza, kazak var ceza, sigara var
ceza, defter yok ceza, kitap yok ceza, ödev yok
ceza, kravat yok ceza, ceket yok ceza. Ceza,
ceza, ceza!
Uğur'un durumundan çoğu öğretmenin haberi bile
olmamıştı. Olanlar da ağız birliği etmişçesine
benzer şeyleri söylemişlerdi: "Durumunu
biliyorum; ama ders, her şeyden önemlidir.",
"Sen talebesin oğlum! Bunları düşünme!", "Seni
anlıyorum; ama yapacağım bir şey yok.", "Sen
yine hâline şükret koçum, benim annem de yok
babam da..."
Bütün bunlardan sonra içine kapanması gereken
Uğur, hırçın bir Karadeniz delikanlısı tavrıyla,
aksine daha da isyankâr olmuş; kendisini
dinleyip anlamayan herkesle zıtlaşan bir
karakter hâline gelmişti. Bütün bu dramlar onun
'temel'ini yok edememişti. Zıtlaşmaları Efece
değil Temelceydi... Uğur şimdi babaannesiyle
kalıyordu. Kalıyordu; ama onunla da arası pek
iyi değildi. Zîrâ babaannenin de üst üste gelen
bu ağır imtihanları taşıyacak hâli kalmamıştı.
Kadıncağız ne yapacağını pek bilemiyordu. En
yetkili kişiler, ona; "Nine nine! Hiç boşuna
uğraşma; bu çocuk adam olmaz." demişlerdi.
İdarecilerden iyi mi bilecekti! Okuldan gelen
tepkileri, ister istemez daha da süsleyerek
Uğur'a yansıtıyordu.
Karışık duygular içindeydim. Asıl suçlu kimdi?
O günlerde arkadaşlar elime bir dergi
tutuşturmuştu. Dergide, öğretmen-talebe
münasebeti açısından örnek bir hatıra vardı: Üç
kafadar arkadaş, bir akşam gizlice kaldıkları
talebe yurdundan kaçmışlardı. Durumu zamanında
haber alan müdür yardımcısı, öğrencileri otobüs
terminalinde yakalamış, apar topar yurt
müdürünün huzuruna getirmişti. Öğrenciler, çok
sevdikleri yurt müdüründen çok da korkarlardı.
Acaba kendilerine ne ceza verecekti? Yurt
müdürü, kaçak talebeleri mânâlı mânâlı süzdükten
sonra, yardımcısından üç tane demir sopa bulup
getirmesini istemişti. Öğrenciler demir sopa ile
dövüleceklerini zannederek, korku ve pişmanlıkla
bir kenara sinmiş beklerken, müdür yardımcısı,
bu yaramaz öğrencilere bir tanesinin de
yetebileceğini, neden üç tane birden sopa
gerektiğini pek anlamasa da, az sonra elinde
demir sopalarla dönmüştü.
Önce şefkatli bir üslûpla bu üç talebeye güzel
güzel nasihatler eden yurt müdürü, öğrencilerin
ve müdür yardımcısının şaşkın bakışları
arasında, demir sopaların her birini bir
talebenin eline tutuşturmuştu. Sonra da
gömleğini çıkararak, talebelere; asıl suçlu
biziz, size okulu, yurdu ve kendimizi
sevdiremedik, size hakikatleri anlatamadık.
Şimdi, elinizdeki demir sopalarla bize vurun ki,
aklımız başımıza gelsin. Böylece bir daha
sizlerin bu eğitim yuvasından nefret etmemeniz
için ne gerekiyorsa yapalım, demişti. Pişmanlık
gözyaşlarına boğulan talebeler, öğretmenlerinin
ellerine sarılarak af dilemişler, bir daha
kaçmayacaklarına söz vermişlerdi. Sonra
okullarını başarıyla bitiren bu öğrenciler,
vatana hizmet yolunda büyük işler yapmışlardı.
İşte gerçek öğretmenlik ve rehberlik buydu... Bu
hikâyeyi okuduktan sonra ben de Uğur'un bu
yaramazlıklarında kendimizde kusur buluyor, ona
bir ağabey, bir arkadaş gibi yaklaşmaya
çalışıyordum.
Uğur'la dostluğumuz artarak devam etti. Beraber
çiftlik turları attık, sahilde dolaştık. Uğur,
bana çay bile ısmarladı. Hem de aynı çaycıda.
Bir tane de simit aldı. Alabildi. Yalnız bu
defa, simidimizi paylaşmıştık.
Uğur'daki değişime idareciler, arkadaşları,
öğretmenler, herkes şaşırıyordu. Enteresan
yorumlar yapılıyordu. Hele kuru bilgi
yüklemekten başka derdi olmayan bazı usta
öğreticilerimizin değerlendirmeleri bir
harikaydı! "Başına saksı düşmüş olmalıydı.",
"Hangi dağda kurt ölmüştü?", "İyi saatte
olsunlar mı musallat olmuştu?" ,"Ninesi,
türbelere mi götürmüştü?"
Meslek hayatımın baharında en büyük dersi
almıştım. Bu dersi bana hepimizin 'uğursuz'
gördüğü Uğur vermişti. Uğur'un neden böyle
davrandığını anlamıştım. Yıllardır herkes onu
itmişti. Aile, çevre, idare ve biz
öğretmenler... Anlaşılan, kimse onu dinlememiş,
anlamamış; başını okşamamıştı... Demek ki
insanın yaratılışındaki o güzellik, biz
büyüklerin özel gayretleriyle küllenebiliyordu.
Hoyrat bahçıvanların elindeki güller,
dikenleşebiliyor; 'peygamber mesleği'
öğretmenlik, yargıçlığa hattâ savcılığa
dönüşebiliyordu.
Tamamen bir tevafuk neticesi Uğur'u kendime
çekmiştim. Hem de iki çay bir simitle... Belki
de sadece güler yüzle veya adam yerine koymakla.
İşte asıl rehberlik buymuş! Hâlbuki rehberlik
bize, sadece form doldurmak ya da doldurtmak
olarak gösterilmişti.
Aslında bütün öğretmenlerimiz iyi niyetlidir;
ancak iyi niyet yetmeyebiliyor. O niyeti yerine
getirecek doğru yaklaşımlara da ihtiyaç var. Bu
ise değil yedi sekiz teorik-pedagojik dersle,
seksen pedagojik dersle yine öğrenilemez...
Ancak ve ancak onlara ağabey, abla olmakla;
onlarla 'arkadaş' olmakla 'dost' olmakla
öğrenilebilir...